Ah Minel-Aşk
İnsanlar doğdukların yalnızdır. Tek bir vücudu, tek bir kalpleri vardır. Zaman öyle hızlı geçer, hayatta öyle gelişmeler olur ki bunlar insanlar için unutulmaz anları teşkil eder. Bu anların en önemlisi; insanın iki kalbi ve iki zihni olduğu andır. Bu anda her şey iki duruma iki kişiye göre yorumlanır, iki kişilik yaşanır. Kalpler sevgilinin isminin heceleri gibi ritim tutar. Hayatın merkezinde o vardır. Her şeyde o; kalkıldığında o, yürürken o ve yastığa baş koyulduğunda akılda ilk o vardır. Onun silueti göz önünden gitmez. Kan çanağına dönmüş gözler, uykuya inat aşk uğruna daha da açılarak bad-ı sabanın gelmesini bekler. Çünkü hayatının en değerli objesinden gelecek bir haber onu hayata bağlayacak yeni güne bu umutla, bu sevgiyle bağlayacaktır.İşte böyle bitmez tükenmez geceler için Divan edebiyatımızda şeb-i yelda tamlaması kullanılmıştır. İki kelimelelik bu tamlama;Şeb: Gece
Yelda: En uzun
anlamındaki kelimelerin birleşmesiyle oluşur. Farsça tamlama şeklinde “en uzun gece” anlamını ihtiva etmektedir. Kuzey yarımküre için düşünüldüğünde 20-26 aralık tarihlerini kapsamaktadır. Ama kelime gerçek anlamından sıyrılarak mecazî anlam kazanmıştır. Bu anlam ise aşk ile ilgilidir. Âşık sürekli sevgilisini görmek, yanında bulunmak ister. Onun olmadığı her an, seven âşık için geçmek bilmez bir zaman dilimidir. Âşıkların sevgililerden ayrıldıkları vakit gece vakitleridir. Çünkü hayat sükûnete ermiş, herkes evlerine çekilmiş, sokaklar boşalmıştır. Bir başka değişle sevgili âşığın yanından ayrılmıştır. İşte bu vakitte âşık, mâşukla hicrana düşmüştür. Böyle bir zaman aralığının gecesi de bitmek tükenmek bilmez bir intizara sürükler âşıkları.
“Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir,
Müptelâyı gâma sor kim geceler kaç saattir.”
“En uzun gecenin hangi gece olduğu takvim yapanlar ve astronomi ilmi ile uğraşanlar ne bilsin, en uzun gecenin kaç saat olduğunu gam çeken dertli aşığa sor .”
Mısrasında şairin belirttiği gibi yâr özlemini en çok bilen, yârini görebilmek için tan yeri ağarana dek bekleyen kimseler, en uzun gecenin hangi gece olduğunu bilen kimselerdir. Çünkü onlar değil dakika; saniyelerin bile hesabını yapmaktadırlar.
Her toplumda, her devirde sevdiği için sabahlara kadar yıldızların aksini izleyen kimseler var olduğu için edebiyatımızda da bu insanların sancıları sıklıkla dile getirilmiştir. Zaten edebiyatın gayesi de bu değil midir? İnsanların sıkıntılarını dertlerini dile getirmeyen bir edebiyat mahsulünden söz edilebilir mi? Bu kimi zaman bir şiir şeklinde olsun kimi zaman bir roman kimi zaman ise bir halk hikâyesi… Tüm edebiyat dallarında insanı tanıtma ve onu anlatma gayesi vardır. Her şairin dışa vuracağı bir derdi sevinci vardır. Toplumda da bu derde sıkıntıya ortak olan binlerce insan vardır.
“Feryat feryat üstüne arş-ı âlâ inledi
Dilim dert yandı durdu kulaklarım dinledi.”
Mısralarını ruh-i derununda zikredip kaleme döken Âşık Şefkati’yle aynı duyguları paylaşan, onunla âynîleşen binlerce insan vardır. Çünkü hepsinin bir sevdiği, arzuladığı bir vuslat anı vardır. Kimisi bu zaman dilimlerini yukarıdaki beyitteki gibi geceler boyu uykusuz bekleyerek nihayete erdirmek ister kimisi ise;
“Bir de dilin tutulup dimağın göçmüyorsa,
Şefkati’ye sarılmak içinden geçmiyorsa,
Ayrılığa düşünce iştahın kaçmıyorsa,
Âşık değilsin gülüm sadece seviyorsun.”
dörtlüğündeki gibi sevgilinin yokluğunda aştan ekmekten kesilir. Hayatı tatsız, neşesiz kılar.
Yukarıda örneklerini sıraladığımız şiir bölümleri farklı çağlarda farklı tarzda kaleme alınmış edebiyat mahsulleri olmalarına karşın onları ortak bir payda da toplayan, hameleri aynı dertten dem vuran insanların ruh çırpınışları, toplumda herkesin başından geçen ve geçmesi muhtemel kalp dalgalanmalarıdır. Şiir söyleyişleri, vezin tertipleri, kafiye seçişleri farklı olsa da her dönemde benzer ve evrensel konular kaleme alınmış ve alınmaya devam edecektir. Bu belki bir şiir tarzında belki bir melodi lakin hepsinin gayesi tek… Çünkü insanlığa bu duyguları veren Tek…
Gül yüzüne bakacak yüz ver bize Teala!.. Vuslat için aşk ver bize Allah’ım!..
İ. Pala