Hüseyin Atlansoy ile Bir Gün

bir gül ararım
yetmiş bir diken batsın ellerime

öyle bir nârım ki yanarken gül
burcu bir toprak
dökülsün isterim bedenime

su dökülsün
su dökülsün su üstüme
konduğunda çiğler üstüne aksın dilim
ateş! üstüne ateş, güller saçılsın üstüme

bir gül açılsın
sevgilinin şefaati dileğince
yetmişbir kerre yetmişbir ince diken
batsın ellerime

Allahım
günahkâr dağlarımı bassın deryaların
bir gül açılsın bir gül için
bin gül içinde

diyor Hüseyin Atlansoy “Gül” şiirinde ve ekliyor “Leyla’sı olmayana çöl yoktur.” Usta Şair Hüseyin Atlansoy, Şuhut’taki okulumuza konuk oldu ve birlikte şiirden hayata hemen her konuda bir söyleşi yaptık. Samimi bir ortamda geçen söyleşi tarihten medeniyete, eski şiirden günümüz şiirine kadar geniş bir yelpazede gerçekleşti. Kendi adıma büyük onur ve mutluluk duyduğum ve güzel bir gün geçirme fırsatı yakaladığım Atlansoy’dan gerek söyleşi esnasında gerek söyleşi öncesi ve sonrasında pek çok konuda istifade imkanı buldum.
Samimi davranışlı olan Atlansoy, büyük bir meziyet olarak nefsanî duygularından arınmış ve mütevazi bir kişiliğe sahip. Bu yönüyle de bizlerde iz bırakmayı başardı.

Dinleyiciler de merak ettiği konuları sorma imkanı bulduğu günde şu konuşmalar geçti:

Şiirlerinizde Zenci ve Kızılderili insanlara çokça yer veriyorsunuz. Aslında Zenciler ve Kızılderililer bulundukları toprağın aslî unsurları olup sonradan yerleşen veya sömürü sistemi kurmaya çalışan emperyalistlerin ezdiği, horladığı insanlar. Gerçek hayatınızda da kendinizi bu insanlara yakın hissedip onların savunuculuğunu yapar mısınız? Bir diğer soru bizim yazın dünyamızda tarih çağları boyunca son yüzyıla kadar şiirin üstünlüğü varken son yüzyılda roman ve hikâyenin şiire karşı popülarite bakımından bir üstünlüğü dillendirilmekte, bu açıdan kendinizi zenci veya Kızılderili hissediyor musunuz?

İnsanların hayat içerisinde diğer insanlara ve kendine karşı bir takım borçları vardır ve bu borcunu da sözleri ve davranışlarıyla ödemeye çalışır. Zenci ve Kızılderili tanımı da evrensel olarak mazlumdan ve masumdan yana olmak ifadesi olarak görülebilir. Bu noktada bizde söz önemli bir şeydir. Örneğin; bir söz verdiğinizde tutarsınız ve  sözünüzde yürürsünüz. Bizim söz hazinemiz de Yunus Emre’den Karacaoğlan’dan başlayarak Selçuklu zamanında, Osmanlı zamanında Cumhuriyet döneminde hep bir başat olma durumu vardır, baskın olma durumu vardır. Aslında bu bugüne kadar devam ediyor fakat sözün değerinin düştüğü anlarda ya da zaman aralıklarında ileriye dönük açılımlar ilgi görebilir, mümkündür. Bu yüzden de roman dediğimiz türün Batı’ya Batılıya özgü bir özelliği var. Sanıyorum batılılaşmada yol aldıkça biz de romanın etkisi artıyor, diyebiliriz. Şair olmak ve şiir yazmaya devam etmek belli ki bu ülkenin hâlâ en önemli özelliğidir diye düşünüyorum.

Aşk kavramıyla gözyaşı kavramını sürekli birlikte kullanıyorsunuz ama genellikle hüzünlü aşklar görülüyor, her aşk gözyaşı mı gerektirir yani yağmurlu mudur? Ve çoğunlukla bu yağmur, bayana, huzur veren yaz çisentisi şeklinde yağarken; erkeğe sonbahar sağanağı mıdır?

Canlılar biliyorsunuz dörde ayrılır: insanlar, hayvanlar, bitkiler ve kadınlar. Bu noktada söylenebilecek çok bir şey yok, galiba bu ifade her şeyi açıklıyor.

Yaşam alanlarını taşra, kent ve şehir olmak üzere 3’e ayırıyorsunuz. Bu zamana kadar İstanbul, Tokat, Eskişehir ve Bilecik’te yaşadınız. Tokat ve Bilecik’i taşra, Eskişehir’i kent, İstanbul’u ise şehir olarak nitelendiriyorsunuz. Bu noktadan baktığımızda sizi en çok etkileyen taşra insanı mı, kent insanı mı yoksa şehir insanı mı? Bir diğer soru geçen zaman içinde Türk toplumunda köyden büyük yerleşim yerlerine göç olgusu olmuştur. İnsan bedenlerini şehirlere akın ederken ruhları aynı yolu izleyebilmiş mi yani Türk toplumu şehirli olabilmiş midir yoksa şehirli taklidi mi yapmaktadır?

Baştan belirtmek gerekirse doğuştan gelen ve kabul edilmesi gereken bir şey değil kentli olmak da şehirli olmak da insanın elinde. Örneğin ömrümün bir kısmı taşrada bir kısmı şehirde bir kısmı da kentte geçti. Şöyle bir şey vardır; kentlerin tarihinden bahsedebilirsiniz ama şehirlerin ruhu vardır. Tarih ve ruh bazen ve çoğu zaman örtüşmeyebilir bu noktada taşrada bulunsanız bile bir ülkenin bir medeniyetin ruhunu içinizde taşıyorsanız siz şehirlisinizdir.

Türk insanının tam manası ile şehirli olduğunu söyleyemeyiz. Kırık dökük şehirli olmuştur. Köylü-kasabalı; kasabalı-kentli; kentli-kasabalı gibi birçok sosyolojik ayrımları yapılabilir. Bu genelde sosyolojinin konusudur yani şunu söyleyebiliriz Türkler atlarından indiler, yayaların sarı ışığı yoktur, bilemediler. Atlarından indiklerinde yeni durumun niteliğini anlamada bir miktar zorlandılar yani afalladılar bu durum hâlâ devam ediyor.

Doğu insanı kalbiyle Batı insanı aklıyla düşünür, bu sebeple Doğu insanı için şiir daha güzel bir ifade çeşididir. Bizim dâhil olduğumuz medeniyet çizgisi uzun süre Doğu medeniyeti olduğundan şiir hazinemiz hayli bereketlidir. Siz hem Doğulu sanatçılarını hem Batılı sanatçıları tanıyan biri olarak hangi medeniyet şiirlerinize daha fazla nüfuz etmiştir?

Bizim medeniyetin genel bir özelliği Batı’yı Doğu’ya karşı; Doğu’yu da Batı’ya karşı savunmuş olmasıdır.  Diyeceksiniz ki ne alaka, Moğol saldırıları olduğunda biz aslında Anadolu coğrafyasını yani Batı’yı Doğu’ya karşı savunmuştur. Benzer bir macerayı da Haçlı Seferleri’nde yaşamışızdır. Haçlı Seferleri başladığında da Doğu’yu Batı’ya karşı savunmuşuzdur. Kültürümüzün Doğulu ya da Batılı olduğumuzdan ziyade bu coğrafyanın kader olma özelliğini hem avantajlarını hem de sıkıntılarını bir arada yaşama durumunda kaldık.  Bu sebeple direkt Doğulu olduğumuz ya da direkt Batılı olduğumuz söylenemez. Bu sayede milletimizin komplekslerden arınmış bir millet olduğunu görürüz.

Cumhuriyet dönemi şiir toplulukları Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler… şeklinde “cı-ci” ekiyle aidiyet bağlantısı kurulurken, sizin de içinde bulunduğunuz dönem, 1980 Sonrası Türk Şiiri ismiyle anılmakta, bu dönem sanatçıları birbirinden kopuk şairler mi? 80 Darbesi, 2’den fazla kişinin yan yana gelmesini etkiledi mi? Günümüz şiirini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şöyle bir şey var diyelim ki Tanzimat ve Servet-i Fünun döneminden isimleri sayarsınız: Cenap Şahabettin dersiniz, Tevfik Fikret dersiniz, Abdülhak Hamit dersiniz bunlar çeşitli etkinlikler ve etkiler göstererek bulunurlar. Daha sonra bir Yahya Kemal gelir belki iddialı olacak ama hepsini iptal eder.  Daha sonrasında da benzer durumları birtakım isimleri sayarsınız ve bir Sezai Karakoç gelir zirveye bir anlamda yerleşir. Bu noktada şiir topluluklarından ziyade şairlerin tek tek kendilerine ait özellikleriyle anılması çok belirleyicidir. Bu sebeple ayrım şöyle yapılabilir: devam edenler ve edemeyenler.

Günümüz şiiri de son 15 yıldır ülkemizde görülen dijitalleşme internet ortamı var insanların büyük bir çoğunluğu 24 saatin 25 saatini internet başında geçirerek hayatlarını devam ediyorlar. Bunların etkileri de şiirde, edebiyatta, öyküde bir şekilde görülecektir.

(Dinleyici)- Şiir yazmak sizin için nasıl bir duygu, yazmasaydınız yapabilir miydiniz?

Hayatınız, okumalarınız sizi öyle bir noktaya getiriyor ki artık yazmadan yapamıyorsunuz ve ciddi manada rahatsız ediyor. Düşünerek yazmıyorsunuz bir anda yazıyorsunuz, yazdıktan sonra tekrar bakıyorsunuz söyleyiş noktasında bir aksaklık var mı diye kontrol ediyorsunuz. Sanılanın aksine bir şiir bittiğinde kendinizi çok mutlu, rahatlamış hissetmiyorsunuz ya da benim açımdan öyle. Eğer yazdığınız şiir sizi çarpıyorsa, bir enerjiyle dolu ise okurunuzu da çarpacağını biliyorsunuz ve bir tükenmişlik ya da ölüm duygusuna yakın bir duygu yaşıyorsunuz.

(Dinleyici)- Şiirlerinizde anlaşılma kaygısı güdüyor musunuz?

İnsanlar anlaşılmaktan ziyade anlaşılmamayı yeğlerler. Örneğin insanlar arasında bir konuşmada “Ya sen beni yanlış anladın” gibi söylemler olur. Rahatsızlık yanlış anlaşılmaktan değil doğru anlaşılmaktadır yani “ne arayanlar buldu beni” evet bulanlar olmuştur.

(Dinleyici)- Örnek aldığınız insanlar var mı?

Bizim köklü bir şiir geleneğimiz var. Bu gelenekten yararlanmak kötü bir şey değildir. Bu sebeple insanın kökünü bilmesi önemli. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak bundan 15 gün önce insanlar E-Devlet’te çılgınlar gibi soy kütüklerini araştırdılar. Bu da gösteriyor ki geçmişini bilmek insanlar için önemli bir durum.  Köklerimizi bilmek durumundayız yani hiçbirimiz köksüz değiliz. Hiç kimse de köksüz olmayı kolay kolay kabul etmez. Bu noktada Türk edebiyat geleneği içerisinde Karacaoğlan’dan, Yunus Emre’den, Divan edebiyatından sadece bunlar mı dünya şairlerinden ve dünya edebiyatlarında rafine örneklerini tanımaktan geçen bir yoldan bahsediyoruz.

(Dinleyici)- Şiir rüzgârı sizi beşeri aşka mı yoksa ilahi aşka mı yönlendirdi? Bir diğer soru hiç âşık oldunuz mu?

O artistik terimleri bilemiyorum beşeri aşk, ilahi aşk…  Şöyle bir şey var fizik ve metafizik birbirinden çok ayrı şeyler değildir yani fiziği bilmeden metafiziğe ilişkin konuşabilmek çok mümkün değildir.  Yok, ben Leyla’yı buldum Leyla’yı kaybettim Allah’ı buldum gibi söylemler var ben daha basit bir şey söylüyorum: Leyla’sı olmayana çöl yoktur.

(Dinleyici)- Akif İnan ve Mustafa Çelik ile bir sohbet esnasında isminiz geçtiğinde Akif İnan  orada sizi Cahit Zarifoğlu’nun benzetmiş ve siz de bu durumdan hoşnut olduğunuzu söylediğiniz ve bir rüyayı devam ettirmeye çalıştığınızı belirtiniz oradaki rüya nedir efendim?

Az önce belirttiğimiz gibi sildiğin önce bir kişi bir rüya görür ve siz o rüyayı devam ettirme uğraşı içerisine girersiniz.  Evet, Akif Bey ile 1988 yılında bir yayın evinde konuştuk Cahit Bey yeni vefat etmişti ve biz çok hüzünlü yemiştik üzerinden çok zaman geçmemişti ve bana çok benzediğin bizi söylemişti bu beni mutlu eden bir şeydir şiir biçimleri ve söyleyiş biçimlerimiz farklı olmasına rağmen bir düşünce bir idealin devam ettirmektir ve güzel bir şeydir.

(Dinleyici)- Sizi edebiyat ortamını ulaştıran nasıl bir ortam mıdır?

1982 yılında Yönelişler Dergisi haftada bir gün bir odasını şairlere açıyordu. Orada 4 şair bulunurduk ve Ebubekir Eroğlu bizlere nezaret ederdi. Bunun gayreti ile 4 yıl boyunca ben aynı dergide şiirlerimizi yayımladık. Amacımız beraber yola çıktığımız kişilerle sonuna kadar aynı yolda bulunabilmekti.  Böyle bir ortam vardı.

(Dinleyici)- Geçmiş dönem şairleri Batı’dan ve Batılı şairlerden etkilenmiştir. Bu noktada günümüz şiirinin tıkandığını söyleyebilir miyiz?

Yok, söyleyemeyiz. Bu haksızlık olur, haksızlığın ötesinde doğru bir yargı olmaz. Şiirimiz geçmiş şiirden besleniyor ve yeni yönelimler kazanarak varlığını devam ettirmeye çalışıyor. Günümüz şairlerinin de sıkı işler yaptığını düşünüyorum. Bu böyle devam ediyor. Herhangi bir tıkanmanın söz konusu olduğunu düşünmüyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir